Yaz köşkünün kapı eşiğinde dururken cebimden o gün bulduğum çakılı çıkarıp Katya’ya verdim. “Ah, teşekkür ederim, beyefendi. Unuttunuz diye korkmuştum.” Taşı kese biçimindeki çantasına, ötekilerin yanına koydu, elindeki büyük çantaya attı. “Bana dünyayı vermekte olduğunuz hiç aklınıza gelmiş miydi… parça parça olarak?”
Kırk beşinci doğum günümün akşamında, tek başıma çalışma masamda otururken, insanın kendine sorabileceği en kalıplaşmış soruyu sordum; Nereye gitti hepsi? Ve sonra da daha az kalıplaşmış olan başka soru: Neydi ki zaten?
Öldüğünde, artık hiç kimse değildi. Gitgide küçüldü, kendini beğenmişliği kayboldu, giderek aklı da gitti, çişini tutma gücünü, ayakkabılarını bağlama yeteneğini de yitirdi ve öldüğünde hiç kimse değildi. O ölü olmuştu.
Sarıkamış’ta kar yüksekliğinin 160 santimetreye ulaştığını, Karslıların meteorolojiye inanmadığını, devletin halkın morali bozulmasın diye hava sıcaklığını hep 5-6 derece yüksek gösterdiğinin burada en çok konuşulan dedikodu olduğunu (ama Ka’ya kimse açmayacaktı bu konuyu) anlattı. Çocukluklarında, İstanbul’da İpek ile kar hep daha çok yağsın isterlerdi: Kar onda hayatın güzelliği ve kısalığı duygusunu uyandırıyor, bütün düşmanlıklarına rağmen […]
Barnabas’a bir şey sunuluyor, hiç değilse bir şey; öyleyken Barnabas kuşku, korku ve umutsuzluktan başka bir şey ele geçiremiyorsa, bu yalnız kendisinin kabahatidir.
K.’nın içeri girmesiyle köylülerin de doğrulup kendisine yaklaşmak istemeleri bir olmuştu, boyuna K.’nın peşinden koşmayı alışkanlık edinmişlerdi. “Habire ne istiyorsunuz benden?” dedi K. Bu söze gücenmeyen köylüler, yavaş yavaş yerlerine döndü. İçlerinden biri, giderken bir açıklamada bulunmak isteyerek neye yorumlanacağı bilinmeyen ve öbür birkaçının da katıldığı bir gülümsemeyle pek üzerinde durmaksızın: “Hep yeni bir şey […]
Memleketindeki kule, kesin ve kararlı, dümdüz yukarıya uzanıyor, uzandıkça sivriliyordu; çatısı genişti; kırmızı kiremitlerle sonlanan dünyevi bir yapıydı -zaten böyle yapılar yapmaktan başka ne gelir elimizden- (…)
Peki o zaman şehirleri yok eden şey nedir? O koca şehirler niye yıkılmış? İyice bakın isterseniz; bulup bulacağınız oyuncak bir at olacaktır, pirinç bir anahtar, şarap içip gevezelik eden birkaç adam, bir hava değişikliği, birkaç İspanyol’un gelmesi. Yani hiçbir şey. Bir güvercin, motorlu bir tekne. Gieger sayacındaki bir tık sesi. Demek ki Venedik’ten alınacak ilk […]
Kendi dünyamı size betimlememi isterken sanmıyorum ki benim dünyam hakkında malumat elde etmek isteyesiniz. Belki de sözlerime değil, sözlerimin arasındaki size, sizin dünyanız hakkında pek çok şey öğretecek sessizliklere kulak vermektir niyetiniz. Eğer söz konusu olan bu ise bir itirazım yok; bilakis böyle bir düzenlemeyi tercih ederim. O halde görevim, dünyamı bütün dünyalar için geçerli […]
“Yeni Atlantis”ten Çocukluğumda, uyumak üzereyken karanlık denize giderdim sık sık. Uyanan aklımla unutmuştum bunu neredeyse. Çocukken bütün yapmam gereken uzanıp düşünmekti: “karanlık deniz… karanlık deniz…” Sonra, kısa sürede orada olurdum; muazzam derinliklerde sallanır dururdum. Ama büyüdükten sonra, muhteşem bir armağan misali, çok nadiren gerçekleşir oldu. Karanlığın uçurumunu bilmek ve ondan korkmamak kendimi ona ve oradan […]